“Noksanlığımızdan” Sızan Aydınlığı Görebiliyor muyuz?

Bloom 1280X1024Yüz milyonlarca yıl önce sularda başlamış hayat. Daima bir yolunu bulup, yok olmaya meydan okumuş. Besin aramak için, üremek ve canlılığı devam ettirmek için savaşlar vermiş.  Bu mücadelelerde daima fiziksel olarak güçlü olan kazanmış. Zayıf olanlar, yaralananlar ve hastalar ise sürüden geri kalmış, yeterince beslenememiş, bir eş bulup gelecek nesilde devam ettirememiş kendi ışıltılarını.

Ve oldukça uzun bir zaman sonra, biz insanlar da katılmışız bu bayrak yarışına. Önceleri diğer canlılardan hiç farkımız yokmuş belki. Şimdi adına doğal seçilim dediğimiz, yalnızca güçlünün yaşama hakkı kazandığı sınırlar içinde hareket etmişiz. Sonra yavaş yavaş yeteneklerimiz artmış, etraftaki canlı veya cansız her varlığı kendi çıkarımız için kullanmayı öğrenmişiz. Bu güç bizi koca gezegendeki diğer tüm canlılardan üstün tutmuş.

Sonra… Kendi grubumuzda yaşayanlar dahil, her gördüğümüz bildiğimiz nesne veya kavramlara etiketler yapıştırmışız: “İyi-Kötü”, “Güzel-Çirkin”, “Doğru-Yanlış”.. Ve bizi diğer canlılardan ayıran özelliklere bunu da eklemişiz.

Hayat ise, bizim tüm keşiflerimizden çok önce başlayıp, kendi yatağını kazıyarak denize ulaşan ırmaklar gibi daima yolunu bulmuş.

Uzun bir yazı olacakmış gibi başladığımı zannedebilirsiniz. Ama bu yazı çok kısa ve boşluklarla dolu olacak. Evet, “Boşluklarla dolu olmak” garip bir tarif oldu. Ama ben, gölgede kalan o geniş alanları aydınlatmak işini siz okuyanlara devrettiğimi bildirerek konuşmaya devam ediyorum.

Bazı sorular soracağım orta yere. Biz insanların keşfettiği yahut uydurduğu “doğal seçilim yasası” ile deneyler yapacağım izninizle. Ulaşmak istediğim hedef bu yasayı kabul veya reddetmek değildir. Açıkçası, size varılacak net bir hedef göstermek amacım da yok. Dedim ya, bu yazı boşluklarla dolu olacak.

ormanKendi Halinde, Karmaşık

Üstteki iki resme bakalım. Hangisi daha güzel, daha huzurlu, daha temiz diye sorsam, neredeyse herkes soldakini gösterecektir. Oysa “güzel, huzurlu, temiz” gibi kavramlar birer insan icadıdır.

Zaten, düzgün kesilmiş çimleri, sıra sıra dikilmiş ağaçları, çalılardan ve dikenlerden arındırılmış “güzel?” görüntüsüyle soldaki bahçe de bir insan icadıdır. İçinde böcekler, dikenler, çürük ve yaşlı ağaçlar ve bizi rahatsız eden diğer canlılar yoktur. Sık sık müdahale edip bu “zararlıların” güzel bahçemizde yaşamasına da izin vermeyiz.

Peki, o resimlerden hangisi daha gerçek diye sorsam ne düşünürdünüz?… Hayır, hayır, gerçek nedir ki diye başlayarak felsefe labirentlerine girip kaybolmaya gerek yok. İki resimdeki bahçe de kendi haline bırakılıp, bir süre sonra dönüp bakılırsa, cevabı göreceğiz ki:

Hayat her zaman kendi yolunu buluyor.

Biz insanlar ise bu yolun üzerine engeller koyarak soyumuzu devam ettiriyoruz. İçinde binlerce çeşit kuş, böcek, çiçek ve canlı barınan ormanları yakıp, yıkıp, üzerine çelik ve betondan şehirler kuruyoruz. İstanbul’un Yıldız Parkı’nı, NewYork’un Central Park’ını, Londra’nın Hyde Park’ını orman diye geziyoruz. Pencere saksılarındakini çiçek, kafeslerde beslediklerimizi kuş zannediyoruz.

Uçabilecek kanadı olup da, uçamayan kuş, ne kadar kuştur ki acep?

Diğer bir açıdan bakıp, yeni bir soru sorayım: Ayakları felç bir insan, hiç yürüyemese de insandır evet. Veya hiç konuşamasa da insandır. Elleriyle bir nesneyi tutup hiçbir iş yapamasa dahi, o bir insandır. Peki, bütün bu yetersizliklerine rağmen nedir onu halen insan yapan?

Kısaca söylersek: Gayretidir.

Bir kartal, kafese konmadığı veya kanadı kırılmadığı halde uçmayıp, yürüyerek beslenebilir mi? Her ne kadar görünüşte öyle de olsa, bu canlıya kartal demek mümkün olur mu? Biz ona kartal desek bile, o bir kartal olarak kaç gün yaşayabilir ki?

Biz -fiziksel olarak- belki de bu gezegendeki en zayıf canlılardanız. Mesela bir at, doğduktan bir kaç dakika sonra ayağa kalkar hatta yürümeyi öğrenir. Veya kaplumbağa yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz kendilerini çetin bir yaşamda kalma savaşında bulurlar, kumlar arasından zorlukla çıkıp, denize girerler. Ve asıl mücadele hemen başlar. Ya kaçar beslenirler veya başkalarına besin olurlar.

Bizi ise yıllarca anne babamız veya ebeveynler büyütür, besler ve tehlikelerden korur. Büyümüş, olgunlaşmış da olsak, bizi soğuktan, tehlikeden koruyan elbiselerimiz ve yuvamız olmadan çok fazla yaşayamayız.

Şimdi doğal seçilim yasası’na buradan bakalım. Bu manzarada fiziksel güçlülük ve dayanıklılığın en önemli etmen olması ne kadar geçerlidir?

Biz neden gözümüze çirkin gelen şeylere bakmamaya, örtmeye ve hatta yok etmeye meyilliyiz? Sebep ürettiğimiz bu yasalar mı?

Tıpkı binamızın duvarlarındaki o pürüzsüzlüğü bozan çatlakları tamir edişimiz gibi, neden yaşlılık belirtisi olan kırışıklarımızın üzerini kapamak için çırpınıyoruz?

Oysa hayat daima kendi yolunu buluyor. Varacağı nokta bizim tüm çabalarımızdan çok uzakta. Bizim çirkinlik sebebi saydığımız o çatlaklardan başını uzatıp, ne bir gurur ne de mutluluk eseri görülmeksizin, sadece yok olmaya direniyor. Bir diken, dal parçası veya çiçekle de olsa fark etmiyor bu canlı kalma çabası.

Sakatları, engellileri, çirkinleri neden bizim yaptığımız işlere yakıştıramıyoruz.. Hatta şehirleri herkesin rahatça yaşayabileceği şekle sokmak için neden yeterli çabayı gösteremiyoruz? Bu korkunun, çekinmenin kaynağı nerededir?

İnsanız biz. Peki bizi insan yapan nedir ne değildir biliyor muyuz? Ayağı aksayan yavru fil için yavaşlayan koca fil sürüsü ve ayağı aksayan bir insanın içinde bulunduğu toplum aynı tepkileri mi gösterir?

Neden sakatlar, çirkinler, hastalar uyumsuz olarak sınıflandırılıyorlar?

Ve bir birey olarak… Neden sakatlığımızı örtmeye, yok saymaya meyilliyiz? Veya neden sakatlığımızı sermaye edip, sirk maymunluğu yaparcasına basit hareketler yapmayı seçiyoruz? Neden birey olarak bu saçmalığın alkışlanmasına tepkisiz kalıyoruz?

Kimilerimiz de unutuluyor, eziliyor, itiliyor, kasıtlı olarak görmezden geliniyor. Oysa bilim ve sanat dünyasını aydınlatan ışıklar neredeyse her zaman o çatlakların arasından çıkan ellerce tutuluyor!

Farkında mıyız? Nereye bakıp, ne görüyoruz?

Yorum bırakın